1 Haziran 2023 Perşembe

TB'den yazılar 1

 Atalar Kültü Türk ırkının ve kültürünün her parçasına işlemiştir. İslam'a dönmeden sonra bile kendini koruyan ataları anma geleneği, kendini geleneklerimizin ve günlük hayatımızın her noktasında tecelli eder. Atalar Kültü, ataların anılması gerektiği inancının ilerisidir, ataları kutsal saymaktır. Ataları dini bir çerçeve içinde anmaktır. İslam medeniyetiyle yoğurulan bu dini inanç, Türk kültüründe belirli etkiler bırakmıştır:

Atalar için türbe inşaası geleneği, Türkler büyük çapta müslüman olduktan sonra kendini belli etmeye başlamıştır. 10. ve 11. yüzyılda Horasan ve Türkistan bölgelerine ilk eserlerini veren ve 12. yüzyıl başlarında Selçuklular ile birlikte Azerbaycan ve İran coğrafyasında yaygınlaşan türbe geleneği, eski Türklerin gelenekleriyle alakalıdır. Çin kaynaklarına göre, eskiden Türk geleneğinde ölüler sadece sonbahar ve ilkbahar aylarında gömülmekte, kışın ölen ölüler mumyalanıp bahara kadar bekletilmektedir. Türbeler bu geleneğin devamı, lakin değişmiş hali olarak görülebilir. Mevlüt okunması, sadece Türkler ve balkanların bazı yerlerinde olan bir gelenektir. Ataları anmayla bağdaşan bu gelenek, 15.yüzyılın başlarında Süleyman Çelebi tarafından “Vesiletü’n-Necat” adıyla yazılan bir mecmuasıdır. Türk dilinde ırkın karşılığı soydur. Soylu, soysuz kelimelerinin anlamlarını zaten biliyoruz. Soy elbet Atalardan gelir; kısaca soysuz demek, ''Atasız'' demekten farklı değildir.

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kaganica alfabesini derleme toplamayla bir araya gelen ve çoğu zaman yetersiz kalan alfabelerin üzerine seçiyorum. Modern anlamda eski türk alfabesini en iyi yansıtan alfabe olmakla birlikte, aynı zamanda anlaşılması kolay ve eski türkçe kurallarına uygundur.

Kaganica'nın çözdüğü en büyük sorunlardan birisi, mesela, neredeyse her yerde yanlış anlaşılan büyük bir sorundur. Eski Türkçede ı sesi, i/e sesiyle karışıktır. 𐰃 tamgası, ı/i karşılığı değil i/e arası bir sese (kendi deyimimle açık ı'ya) karşılıktır. Bu devasa yanlış anlaşılma Göktürkçe araştırmalarını sorgusuz yıllarca zehirlemiştir. Bunun farkına varan Kazaklar, 𐰃 tamgasından ı sesini çıkarmış, yi(açık ı) sesini yerine vermişlerdir.

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

  1. Kut üzerine düşünceler Kut inancı hakkında çok derin şekilde düşündükten sonra, modern bir kut anlayışının nasıl olması gerektiğini sonunda az çok kavradım. Kut, sadece bir hükümdarlık yetkisi veya yaşam gücü olmamakta; daha yakın tarihten fikirlere benzer şekilde bir ''egemenlik'' durumu olmaktadır. Veya, daha açıklayıcı bir şekilde, bir egemenlik ruhu. Buna kanaat getirme şeklim ve düşünce yolum aslında çok basit: 1- Kut, bir çok yerde bir çok anlam taşımakta. Kut ruhları ayrı ayrı idelere bölünmekte. 2- Kut bir çok anlam taşıdığı halde merkezi bir anlam bulundurmakta, bu yüzden çok anlamlı olması mantıksız olur. 3- Yaşam gücü, ide, hüküm vs. bir egemenlik belirtmekte. 4- Kut, egemenlik belirtmekte. 5- Kendi fikrimce, bu egemenlik, Tanrı'nın kutunu, yani egemenliğini paylaştırmasıyla oluşuyor. Yani Tanrı kendi ruhundan (kutundan) paylaştırıyor. Egemenlik nedir onu açıklayayım: ''Hegel, monark kavramıyla egemenlik (Souveranitat) kavramı arasında zorunlu bir ilişki olduğu inancındadır. Egemenlik kavramı onda, ahlakiliğin ‘idealitesini’ devletin özü olarak gören teze dayanır. Hegel bu anlamda egemenliği, politik olanın (das Politische) idealizmi olarak tanımlar. Bu şekilde anlaşılan egemenliği, Ben (leh) ve Ben’in mutlak anlamda kendini belirlemesiyle mukayese etmek mümkündür. Hegel devleti, hukuksal açıdan bir birey (Person) olarak anlamakta ve kabul etmektedir. Fakat bu görüş, yani devletin bir benliği olduğu görüşü, onun kendi öznesini ve bireyselliğini gösterebileceği somut bir gerçeklik olmadan yalın bir düşünce olarak kalmak zorundadır. Ona göre, devlet kendi bireyselliğini sadece ve sadece monark’m somut gerçekliğinde gösterir ve gerçekleştireştirebilir. Monark, devletin şahsiyeti, zorunluluğu ve bizzat kendisidir. '' -Arslan Topakkaya, Hegel'in hukuk felsefesinin ana ilkeleri. Kısaca, Tanrı kut vererek, bir bireyi (kendi içinde) egemen kılmakta, farklı bir anlamda bireysel ide, güç üzerine hak vermektedir. Bu güç, farklı şekillerde açıklanabilir;
  2. Hayat gücü, hüküm gücü, savaş gücü vs vs.
  3. Bu, bireysel ide yetkisi, Tanrı'yla bağlantılı bir gelişim olarak gösterilebilir. Çünkü, şaman inancında ruhlar elbet Tanrı'dan ayrıdır, (lakin benim fikrimce Tanrı'ya içkindirler.) Kut ile birlikte, insan Tanrı'yla birliktelik kurar. İşte bu yüzden eski Türkler Tanrı'yla birlik kurmuş iken, bizim bile kut sahibi olamamızın nedeni, pek çok yerde aranılabilir.

23 Nisan 2023 Pazar

Doğanın ebedi faşizmi

 



algiz(man) - mannaz - algiz(man)

koruma - insan - koruma

hayat - insan(akıl-bilinç) - hayat

Hayat dediğimiz, bir şeyin şeylerle mekanik bir ilişki kurabilme yetisidir.

Yaşayan varlık, kendisine yakın olan ile mekanik bir ilişkiye kurabilmeye özlem duyar, bu özlem kendisini ebedi öz prensipiyle birlikte belirtir. Bu özlemin kaynağı ise şeylerin özünün aynı zeminden çıkmaları, Tanrı'ya içkin olup Tanrı'nın içinde kapsanmalarıdır. 

Mekanik ilişki kuramı/gerekliliği, şeylerin şeylerle aktif olarak etkileşimde bulunmalarını, bu ilişkinin kendisini sürdürmesini ifade eder. Eğer mekanik bir ilişki bulunmazsa, varlıkların gerçek anlamda yaşam sahibi oldukları söylenemez, çünkü ortada yaşam için duyulan bir özlem yoktur.

Mekanik bir ilişki, etkileşim belirten herhangi fiil-bağ olabilir. Atomun atomla kurduğu mekanik ilişki, gerçekliğin dokusunu oluşturur. Kan hücrelerinin birbirleriyle olan bağı, kan sıvısını meydana getirir. Solunum yoluyla alınan oksijen, glikozu parçalayarak ortaya enerji çıkarır. Ağıza giren şarap, dopamin peptidlerinin ve diğer nörotransmiterlerin salınımını uyarır. İnsan Tanrı'yla özgürlük yoluyla mekanik bir ilişki kurar; özgürlük sayesinde Tanrı'ya içkin olarak, Tanrı'dan ayrı bir şekilde, Tanrı'yla hür bir etkileşimde bulunabilir. 

Hayat, mekanik ilişkiler ile büyür ve dağılır; hayat özünde sadece mekanik bağlar sayesinde iletilebilen bir esanstır.

Conway'in hayat oyununu örnek alalım. Temsili-hayatın çoğalması veya ölmesi, komşularına bağlıdır. Bu komşular içinde aynı prensip geçerli olduğundan, hayat oyununun ana kuralı mekanik ilişkilerin kurulup dağılmalarına dayanır. Temsili-hayat teşkil eden hücreler, birbirleriyle kurdukları ilişkiler sonucu yeni jenerasyonlar oluşturur ve toplam-kütle zamanla büyür. Bu, basitlikten kompleksiteye olan, yaşam sürecinde bir ilerlemedir. 

Doğa, birliğe sahiptir. Doğanın tümü, Tanrı'ya içkindir. Bunun nedeni, tüm varlıkların Tanrı'nın zemininden çıkmaları, Tanrı'nın zemininin ilahi olmayan bir unsur bulundurabilmesidir. Doğa, yaşayan doğa, Tanrıdır. Fakat, Tanrı içinde kapsanmak, Tanrı'dan bağımsız bir şekilde hareket edemeyeceğimiz anlamına gelmez. Özgürlük, kendisini en canlı şekilde insanlarda teşkil eder. Ahlaki bir boyut kazanan yaratılış ilkeleri, iyiye ve kötüye kabiliyeti insanın doğası haline getirir, insanı Tanrı'dan bağımsız kılar. İnsan, kendi ebedi özünü, kendi ebedi kararlarıyla belirler. İnsan da doğaya özgürlüğü bu şekilde kazandırır, özgürlük insan kaynaklıdır. Tanrı, insanda kendisini görür. Doğaya baktığımızda, bizde kendimize bakarız; kendi özümüze, kendi ruhumuzun içine.

Özgürlük olgusu olmadan canlı bir Tanrı anlayışı mümkün değildir, çünkü insan Tanrı'yla mekanik bir ilişki kurmamaktadır. Bu da Tanrı'yı ölü, durgun ve hareketsiz bir varlık yerine koyar, Tanrı'yı panteist anlayışta sadece madde olarak ele alır. Tanrı'ya içkin olan tüm şeyleri kusursuz sanmak ise, bir günahtan öte değildir. Özgürlük, kusura izin verdiği için, sonuç olarak mekanik ilişkilerin kurulmasına sebep verdiğinden, felsefenin merkezi haline gelir. Özgürlük, özünde iyiye ve kötüye yetkinliktir, bu da insanı ahlaki olarak Tanrı'dan ayrı kılar; çünkü özgürlük insandan çıkmıştır, ve bu sayede Tanrı'nın kusursuzluğu mutlaklık ile birlikte ebedi özgürlüğe sahiptir. Cisimsiz olan Tanrı, doğasıyla bir olmak zorundadır. Kusursuz bir varlığın, makinaların en iyisini istemesi, mantıksız olurdu.

Tanrı, tamamiyle basittir. Tüm kompozitler potansiyele ve aktüaliteye sahiptir. Tanrı tamamiyle aktüeldir, yani kompozit değildir ve sonuç olarak tamamiyle basittir. Bu basitlikten, ebedi potansiyel ve sonsuz unsur, kazalar sayesinde sonsuz karışıklığa doğru ilerler. 


Fakat insan, doğasıyla bir değildir. İnsanlık maddesinden oluşan insan, kazalar yüzünden tekil ve özel bir varlıktır. 

Tanrı, özünde, sonsuz unsura ve potansiyele sahip olan bir maddedir, tekil bir varlık değildir. Tüm şeyler, bu varlığın zemininden çıkmaktadır. 

Evrendeki canlı olan her şey mekanik ilişkiler kurabilme yetisine sahiptir. Hayat, fraktal yapılıdır. ''Evreni nüfuz eden yaşam-gücü tek bir kozmik yapı (Tanrı) olsa bile, bu yaşam-gücü doğasında fraktaldır; kendisinin minyatür örüntülerini oluşturur.'' Fraktal yapı, sonsuz gelişime ve kompleksiteye izin verir; ama evren özünde tamamiyle basittir. Evreni tecelli ederiz; Tanrı bizi tecelli eder, bizde onun ahlaki varlığını tecelli ederiz. Tanrı, kendisini evrende fraktal olarak tecelli eder, tüm şeyler Tanrı'dan gelişir.

Ouroboros'u inceleyelim. Ejderhanın başı (rahu) ejderhanın kuyruğuyla (ketu) ebedi bir mücadele içindedir. Baş; yıkımı, ölümü temsil ederken, yumurta verebilen kuyruk; oluşumu ve doğumu temsil eder. Aslında bunun bir yaşam sürecini de tecelli ettiğini görebiliriz, fakat bu yaşam sürecinin bir başı veya sonu yoktur. Ouroboros, doğanın ebedi faşizminini en iyi sembolize eden imgedir. Doğada, evrende, eşitlik diye bir şey yoktur. 















21 Mart 2023 Salı

Budun ve İl - Bir Giriş

İlk başlarda hem anlaşılması hem de görülmesi zor bir sorun olabilir; ama kanında kutlu Türk kanı taşıyan herkes evvel farkına varacaktır ki Türkiye Cumhuriyetinin ve genel anlamda modern Türk devletlerinin bedensel ana sorunu, ideoloji veya yönetim anlayışında bulunamaz. Hayır, Turan'ın oğullarını her türlü yoldan geri tutan sorun Türk devletlerinin kendileriyle alakalıdır. Sadece belirli devlet kurumlarını veyahut işleyişlerini değiştirmek, bugün yüzleştiğimiz sorunları çözmeyecektir. Devletlerimiz hastalıklı, bozuk ya da geri kalmış değillerdir, bu olanaksızdır çünkü Türk halkları her zaman yüksek bir medeniyet seviyesinde var olmuşlardır. Çektiğimiz sıkıntının asıl kökü, devlet yapısında; daha derin bir incelemede modern genel devlet anlayışında bulunmaktadır.

Anadolu'yu örnek alalım; Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurumlarının yetersizliği, devletin işleyişindeki sıkıntılar belli ve herkesin görebileceği bir şekilde gözler önüne serilmiştir. Fakat, bu sorunların kaynağı yukarıda da bahsettiğim üzere ehliyetsizlik veya geri kalmışlık değildir. Devlet yapısı kendisi ehliyetsizliğe ve yolsuzluğa izin vermektedir, ama bunun nedeni devletin kurumlarının düzgün çalışmamaları değil, devlete içkin olan unsurların devlet yapısı içinde yüksek bir otonomiye sahip olmalarıdır. Bu otonomi, sonuç olarak bir işi yerine getiremeyecek insanları iş başına getirir. Bu, devletin kurumlarının ehliyetsiz olmalarından değil, kurumların içsel bir sıkıntıdan mağdur olmasından kaynaklanmaktadır. Devletin varlığına izin verdiği bu hastalıklı otonomi, devletin her noktasına yayılmakta; devletten ayrı olan topluma bile taşmaktadır. Sonuç olarak devlet ve halk arasında gerçek bir birlik sağlanamaz, ve bu yüzden halk devletten tam anlamıyla yararlanamaz. Devlet üzerisinde hüküm sürdüğü ülkenin tüm kaynakları üzerinde sınırsız erişime sahipken, bu kaynaklar devletin içinde bulunan özerk unsurlar tarafından parazitik bir biçimde kullanılır. Sonuç olarak, devlet halk için geri yatırım yapsa bile, tüketilen kaynaklar ve para devletin halkın sahibi olması gereken topraktan devlete içkin olan unsurlar tarafıından alınanın çok azını karşılar. Türkiye cumhuriyeti devleti, etkisinde olduğu bu sıkıntıdan kurtulamaz, çünkü devletin kendisini bu otonominin önüne geçecek şekilde tekrardan yapılandırması mümkün değildir.

Bunun sebebi yine bahsettiğimiz şekilde devletin ideolojisinden veya yönetim şeklinden değil, devletin yapısının kendisinden kaynaklanmaktadır. Cumhuriyet, cumhuriyet olduğu için veya demokrasi Türk siyasetinde pozitif bir etken olduğu için, bir sorunla karşılaşmamız olasılıklı değildir. Devlet anlayışı, tüm sıkıntılarımızın derinde yatan kaynağıdır. Cidden, devletin karşılaştığı tüm sıkıntılar, devletin organları değil, bedensel yapısı yüzünden kaynaklanmaktadır. Devletin yüreği kan pompalamakta sıkıntı çekmez, hastalıklı değildir; devletin kendisi mekanik olmayan bir yapıya sahiptir, kısacası ölüdür.

Aynı şekilde, bu devlet anlayaşına bağlı olan sorunun, demokrasinin çok daha etkisiz bir şekilde bulunduğu Türk ülkelerinde de görülmesi, ortak bir hastalığın bulgularını kanıtlar. Otokratik yönetim biçimlerinin yaygın olduğu Türkistan ve Azerbaycan coğrafyasında, halk yine aynı sıkıntıdan mağdurdur. Bu da bize ideolojinin ve yönetim anlayışının bu problemi çözerkenki önemsizliğini ifade eder, çünkü demokrasinin devlet içindeki unsurların otonomisiyle bir alakası yoktur. Peki, ne yapmamız gerekir, ona bakalım.

Bize ne fayda eder?

Lakin, Türk ırkının geleceği sadece kağanlık sisteminde bulunulabilir. Çünkü kağanlık, modern ve yabancı devlet anlayışlarına karşın budun ve il birliğini tutmaktadır. Devletin halktan, halkın devletten olduğu bu sistem, Türk ırkı için en kutlu ve şanlı devlet şeklidir. Bu demek değildir ki, kağanlık bizi demokrasiden veya insan haklarından mahrum bırakır. Bu saf bir ideoloji değişimini değil, devletin iskeletinin değişimini teşkil etmektedir. Devletin dışında tikel olarak var olan unsurları devletin içine almakla birlikte, halkı devletin; devleti halkın bir parçası yapan kağanlık sistemi, bugün karşılaştığımız ''devlet içi unsurların otonomisi'' sorununu kökten çözmektedir. Bu önerge, ne gericidir ne de geri kafalı. Aksine, şuan var olan sorunlarımızı çözmek için yeni bir sistem tasvir ettiğinden, ilericidir. Kağanlık ne teknolojinin önüne geçer ne de modern kültürel yapıların; Türk teşkilatlarını ve toplumsal yapılarını sadece güçlendirebilir. 

Eski Türk alfabesine geçilmesi, eski Türk geleneklerinin diriltilmesi ve benzeri eylemler bizi ancak daha modern ve medeni kılabilir, çünkü özümüze ne kadar yakınsak o kadar saf oluruz. Kültürel, etik ve toplumsal saflık bizi ancak yüceltebilir, kitlelere sadece kağanlarda bulunan kutu yayar. Kağanlığın gerçek anlamı budur; mutlak bir monarşi veya tek adam yönetimi asla Türk geleneğinde bulunmamıştır. Tanrı'nın verdiği kut, elbet her Türk'ün kanındadır, fakat bu kutun farkında olan çok az kimse vardır. Kağanlık sisteminin amacı; kutu merkez haline getirerek, toplumu saflaştırarak, budun ve il birliğini sağlamak, yani halkı kendisi üzerinde egemen kılmaktır. Bu sayede devlete içkin olan tek kurum devletin kendisidir, çünkü devlet tüm şeyleri kapsar, ulus devletle birdir. Devlet kendisini, kendisi içinde yayılmış bulunan asil kut sayesinde tecelli etmektedir, Türk devleti, Gök Tanrı'yla birlik kurmaktadır.




20 Mart 2023 Pazartesi

Schelling - Ahir ve İnstrümentalite




 Schelling'e göre tarihin ilerleyişinde Tanrı anlayışı için sadece iki olasılık vardır: 

Ya antropomorfizm'den kaçarak, bilinç ya da niyet sahibi bir Tanrı kavramından vazgeçilmesi, (kısaca Tanrı'nın negatif yani özgürlük sahibi olmayan bir varlık olarak görülmeye başlanması) veya Schelling'in kendisine atfettiği gibi sınırsız bir antropomorfizm doğrultusunda Tanrı'nın ''tamamen'' insanlanlaştırılması. Şimdi, bizim için en yüksek önemi teşkil eden konu, Schelling'e göre insanlığın küresel ilerleyişinin son bulma süreci ve Schelling'in ''ahir zamanının'' iki ayrı yorumlanış biçimidir. Bu yorumlama, Schelling'in iyi olarak gördüğü Tanrı'nın insanlaştırıldığı kültürel gelişim yolu yerine karşı çıktığı ''Tanrı'nın ölü bir varlık olarak görüldüğü'' anlayışların devam etmesi ve tarihte ileri bir noktada Tanrı'nın tamamen cansız ve hareketsiz bir obje olarak genel kültüre geçmesi olanağını, konu alır. Bizim için yüksek önem teşkil eden ikinci yorumlama ise, pozitifliği ve özgürlüğü felsefenin merkezi haline getiren Schelling'ci bir yorumlamanın düşüncesel boyutta tutunması ve genel ''görülen yasa'' haline gelmesi, sonuç olarak ise Schelling'in tahmin edemeyeceği bir şekilde insanlığın dünyanın kendisinin canlı ibadet haline gelmesi için instrümentaliteye girmesini, yani kısaca Noosfer'in erimesini ve bunun devamı olarak Tanrı'nın dünyaya etli ve kanlı bir şekilde tekrar gelmesi olanağını konu alır.

Peki, Tanrı'nın canlı durumda olması, Schelling'e göre ne demekir, ona bakmamız lazım. Hem Hegel ve Schelling radikal bir yolu seçerek İsa'nın söz olarak saf tin olduğunu savunmaktadır. Ve sözü geçen tinin aktif olabilmesi için insanın tecellisine ihtiyacı vardır. Bu, mekanik bir ilişkiyi teşkil eder. Kısaca Tanrı'nın aktif olarak kendini insan sayesinde tecelli etmesi; Tanrı'nın insanda kendi imgesini görmesi, Schelling tarafından ''Tanrı'da doğrulan Tanrı'dır'' şeklinde özetlenir. Schelling'e göre, Tanrı insana kendisini tecelli etmek için ihtiyaç duymakla birlikte, ölü bir varlık değildir. Bir yaşam sürecine, fakat zamanın kısıtlamasına tabii olmayan Tanrı, kendisini doğurur. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Tanrı ahlaki varlığının var olabilmesi için insana ihtiyaç duyar, çünkü insan olmadan ahlakın bir boyutu yoktur. ''Şeylerin Tanrı'dan oluşu, Tanrı'nın kendini tecelli edişidir.'' 

Schelling için ayrı bir konsept, bağımlılıktır. İnsanın Tanrı'ya olan bağımlılığı Tanrı'ya içkin olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak,

''İlahiliğin temsilleri ancak bağımsız varlıklar olabilir.'' 

 

Yeşaya 55:8“Çünkü benim düşüncelerim
sizin düşünceleriniz değil,
Sizin yollarınız benim yollarım değil” diyor RAB.

Bununla birlikte Schelling bağımlılık düşüncesinin kalıbını ortaya koymuştur. 

 ''Son ve en yüksek mercide, irade dışında bir varlık bulunamaz'' 

Bu sayfada bunu söyleyen Schelling, arka sayfada ise Spinozacılığı kadercilikten alı koyan şeyin, şeylerin Tanrı'da kapsanmasına izin vermesi olduğunu söyler. Kısaca, insan Tanrı'ya içkin olmakla birlikte, kendi kaderini, ya da Schelling'in deyimiyle ebedi özünü belirleyebilmektedir. Bunu, özgürlük sayesinde yapar. Özgürlük ise, insanın iyiyi veya kötüyü seçebilmesi olarak açıklanır. Tanrı'da iki ana unsur bulunur, Tanrı'nın özü ve Tanrı'nın zemini. Zemin, özden ayrı bir baz, bir kat olarak görülebilir. Schelling'e göre, arzu ve isteğin olduğu her yerde özgürlük tam anlamıyla mevcuttur. İyiliğin kendi gücüyle zeminden çıkıp gelişebilmesi, içinden çıktığı zemin sayesinde Tanrı'dan bağımsızlaşması ve ondan ayrılması, bunun sonucunda hala Tanrı'nın içinde fakat ondan bağımsız olarak var olması, insanın durumuna yakındır. İnsan aynı şekilde özgürlük sayesinde Tanrı'ya halen içkindir, çünkü Tanrı'yı aktif olarak tecelli eder; Tanrı zemininin iradesini kendi iradesi olarak görmektedir, yani insanda kendini görmeye devam etmektedir. Bu unsur; insanın özgürlüğünü, ve bağımsızlığını, gerçek anlamda kanıtlar. Bu, insanın iki ilkenin güçlerini kendi isteğiyle parçalayabilmesi, ahlaki düzeni ''alt üst'' edebilmesidir. İnsanın özü bizzat Tanrı'da değil, Tanrı'nın zeminindedir.

''Özgürlüğün gerçek ve canlı kavramı ise, onun iyiliğe ve kötülüğe yetkın olmasında yatar.''

Doğanın karanlık zemininin canlanmasıyla uyanan kötülüğün tinidir. Işığın doğumundan başka bir şey olmayan ilk yaratılışta, karanlık ilke, ışığın kendisinden çıkabileceği zemin olmuştur.

Schelling açık bir şekilde kötülüğün varlığının gereksinimini belirtmektedir, çünkü kötülük olmadan tin sadece kör iradeye sahiptir. Şimdi, Georges Bataille'in egemenlik anlayışına bakmamız gerekmektedir. Egemenliği bir eylem sayesinde efendi-köle ilişkisinin üzerinde bir seviyeye ulaşılması olarak açıklayabiliriz. Mesela; bir yudum şarap içtiğinizi düşünün, o an günah doğrultusunda nefsinizle egemensinizdir. Bataille için kötülük bir gerekliliktir, fakat bu kötülüğü daha az kötü veya iyi yapmaz. Egemenliği felsefesinin başına koyan Bataille için, iyi birisi olmak kötülük sayesinde egemen olmaktan çok daha az önemlidir. Göğün mavisinde ki gibi, Bataille için ideal bir yaşam, insanın ruhunu ''etrafındaki şeyler kadar'' kirletmesiyle birlikte başarılır. Kısaca, benliği nihilistçe egemenlik tutkusuyla yok etmek, nirvanaya kötülük (ruhumuzdan ödün vererek) sayesinde ulaşmak Bataille'in amacıdır.

Schelling kötülüğün varlığının belirli bir düzenin tersyüz olmasından kaynaklı olduğunu, zeminin karanlık ilkesinden geldiğini belirtmiştir. Sorulması gereken soru, Schelling'in öğretilerinin Bataille'ci bir görüş altında daha ileri bir şekilde nasıl yorumlanabilecekleridir.

Şimdi, bu yazıyı yazmamın asıl sebebi olan ''Ahir ve İnstrümentalite'' kısmına geldik. Schelling zamanın ve kötülüğün bir sonu olup olamayacağı sorusuyla karşılaştığında Tanrı'nın bir ''yaşam'' olduğunu ve yaşam sürecine tabii olduğu pozisyonunu tekrardan belirtir. Yaşamın sonunu, insanlığın sonu olarak alabiliriz, ki bu Tanrı'nın kendi ahlaki varlığını tecelli etmekten yoksun olduğu bir noktadır. İnsan, o çok özlem çektiği kutsal iyiliğe doğru tabiri caizse erimektedir. Zeminsizlik, yani her şeyin atak eylenmesidir, tekil varlıkların yokluğu ve her şeyin birleşimidir. Bu İnstrümentalite, dünyayı yaşayan ibadet haline getirir, çünkü artık insana ihtiyaç yoktur, ve dünya kendisi ebedi özünü karanlığın tininden çıkartır. Dünyanın tini, insanlığın birleşik tininin bir temsili-düşüncesinin ifadesidir, ışık ilkesinin son verimidir. Tikel varlıkların Ebedi Bir'e erimesi, Ebedi Bir'in yaşam sürecinin sonu, kendisini doğurmaya duyduğu özlemin son raddesidir. Var olan tüm şeyler, ''yaşam'' üzerinde egemenlik sağlamışlardır.



13 Mart 2023 Pazartesi

Reflections

 Monochrome, Monotone, Missing.


I can see behind myself lays a garden of roses, to the point of horizon and dawn, the west.

In front of me, is a garden, lifeless. To the point of birth and horizons forgotten, the east.

First, a feeling has to be explained, a feeling of stillness. Of unmoving fervor, of a flower unripe, without decay nor life. A cloudy emotion; a monochrome blood-related notion of historic sickness. A neglected body and a forgotten past. It is not that the garden is empty, the problem lays in the very veins which the garden carries. The roots and the ways which we have admitted ourselves to, yet we cannot imagine another life. Another garden. A flower ripe with motion and life. A monotone barrier is what only lays before us, of unimaginative resolutions and ungiving solutions which we must break. 

I am writing this in english and not in turkish, because I want others to read it. People from all edges of eurasia to know my pain. A legacy of Turan is my only dream, the death of my dream is my only nightmare. What difference is there, between my pain and the pain of my brothersFor the first time in history sons of Turan are being enslaved. From the furthest reaches of finland and hungaria, to the cities of japan and anatolia; to the endless steppes of turkestan and siberia, my call is to every single person I hold dear to this pride. 

The vastness of Turan consumes me. Such a nation can exist, and it will realize itself. I see no state which is occupied as legitimate, and it is a truth that Turan is under siege. But we know too well, freedom is priceless and our enemies have no honour.

Turan is not just a name, an ideal or a region. It is a civilization, it is people, it cannot simply mean a body of land extending from Thrace to Dzungaria. I do not believe in Turkism. Of course it is a priority for me, the unification of Turkic peoples; and there are rats who would reject even that, with all their hatred and lowness. Turan is not dead, is what we must first acknowledge. Turan is not a plan for the future nor a plan drawn in the war room, Turan is here with us today. What we must realize, is the expulsion of invaders. 

In Hungary and Finland, Europe. In Turkey, Turks must be the ruling people. In Siberia and China, our people are under the control and oppression of dogs. In Japan and Korea, the Americans are still present.

Unity is not to be realized with the swords of intellectuals nor generals doing their work from faraway rooms but it shall be brought to life with millions of us, in squares and palaces, ruling our own nations. In the heat of those moments, burning away the monuments of enemy occupation, taking down memories of the siege. The public must know, we must be present in society everywhere. The Turanid spring will be one for the people, not of colour revolutions. 

7 Mart 2023 Salı

-

My love, ever so cold and daring.

Your hands, the warmth of blood.

Above the arms which it flows in,

Are the marks of an attempt to soothe.

Graceful, red veils lay under the skin,

Shedding themselves in the moonlight.

This night, I have left for a squander,

At finding reasons and past valor.

Blow after blow I have only given,

Left to write and cry and ponder.

An heavy burden crushing me,

I wonder what I can tell you.


6 Mart 2023 Pazartesi

no way out


 It has been so long since I last felt considerably happy; of course I have had short-lasting pleasures and hopes but it all comes down to true misery as soon as the mist of joy is cast away. Dopamine meltdown, I find myself in waking moments everyday, when I lose everything only to start again tomorrow. I am so tired of this. Cycling through people, trying to find something real. Cycling through moments, through days, weeks, months. The feeling of no feedback devours me, for I am feeding constantly into a loop of the same day. Going through the same pain in different shades, under different levels of light. And it takes away so much. So much of me. My body, my mind, my soul. It is destroying me, my grave enemy. 

The pastures of my past are the pastures of my future, I have spent the pastures of the last few months braving meadows. Meeting people I don't talk to the next week, taking myself down into lakes of hope. Drowning at the mere promise, before my feet even fall into the water. I had promised myself; things will get better. 

Has it gotten better, am I doing well, does the next day seem more promising than another one..? No. Not at all.. I struggle to keep walking, to keep breathing at times. My ribs are pushing into my heart, I am tearing myself apart from the inside out. But what can I do other than surrender myself to God?

I wish it didn't have to be like this, but festivals must end as festivals must. There truly are greater things in life, which present no satisfaction to me in my current state, but... I must take a way. I simply have to.

I must struggle and continue. Because even if I have nothing today, the promise still remains. Whether I drown or not. This feeling of emptiness stays even in the most joyous of nights, a great melancholy has befallen me like a love the kind of no other. My only company is darkness at the times I am most fragile, and silence has became music to my ears. I used to like dancing in my room, without care for making noise or anything else really, but not even music makes me feel anything anymore. Just sadness; music is a sharp blade, drawing out the loneliness out of my veins.

Though white paper and black ink does satisfy me, it pushes a feeling inside which I cannot explain. I really admire the purity of it, the dance of the two colors. How the ink has a way of taking itself out through the pen, the marks it leaves on the barren ground it lays itself on. Its quite beautiful for me. 

Unlike the black ink, I have no way out of my isolation. 

TB'den yazılar 1

  Atalar Kültü Türk ırkının ve kültürünün her parçasına işlemiştir. İslam'a dönmeden sonra bile kendini koruyan ataları anma geleneği, k...